İki Yol

Neden soruyorsun?
Nereye gideyim?
İki yol var demiştim, hangisini seçeyim?
Korkma bebeğim, hepsinin sonu aynı
Çok yukarlarda biri mi bunları yaptı?
Neden soruyorsun?
Nereye gidiyorum?
İki yol var demiştim, birinden gidiyorum

Uzun zamandır bu şarkıyı dinlememiştim. Şimdi tam da şarkıda anlatılan kaosun içindeyim. Keşke, Genç Osman’ın söylediği gibi “Birinden gidiyorum” diyebilsem. İşte tam da burada, hastalıklı kişiliğim “Heh bi sen eksiktin hoş geldin …. koyim” dedirterek devreye giriyor.

Size de olmuştur, olmuyor mu, böyle şeyler. Tam herşey rayına oturmuş gidiyorken, yol birden bire ikiye ayrılır, mantığın birini, kalbin diğerini gösterir ya hani! İşte o anda ne yaparsın, ne yapıyorsun, hangi yoldan gidiyorsun. Bana bi el verin ağalar.

Yine söylemiş ne güzel, “Birinin eksiği, birinin fazlası” ne güzel şarkıymış bu be.

Nereye, nereye, nereye, gideyim?
Nereye, nereye, nereye, gideyim?

Zor.

Büyümek

Güneşin öldürücü sıcaklığı beni plastik bir ağacın gölgesine sürüklüyor. Boyum ağacın dallarına uzanamayacak kadar kısa ama aklım ağaçtan daha yükseğe uzanabiliyor, tanrıya bile değecek kadar yükseğe. Aman, onu bırakalım orada kalsın. Bana dokunmayan bin yıl yaşasın. Gölgede uyuşuyorum biraz. Düşünüyorum, zamanda gidebildiğim kadar geriye gitmeyi ama yine boyumdan büyük suretler çıkıyor karşıma, korkmuyorum, belki de korkuyorum bilmiyorum, sanırım korkuyorum, ölmekten kim korkmaz ki, hadi ölümü ehlileştirelim, hiç doğmamış gibi, hiç olmamış gibi. İçime işlemiş hiçliği kusucak gibi oluyorum, yok olmuyor. Yok oluyor her şey, yol oluyor, bana olmayanlar. Susma sancım tutuyor ve ağaca “Elveda” deyip, yürüyorum. Küçük ıslak bir balık çıkıyor karşıma, güneşe benden daha dirençli. Yaklışıp, karşısına oturuyorum, ondan daha büyük değilim, olmakta istemiyorum, onun beni yemesini istemediğim kadar ben de onu yemek istemiyorum. Jelibon gibi şeffaf ve renkli, sanki bir ısırsam bütün susuzluğum bitecek. Ölümü soruyorum, ne kadar yaklaştığını, rengini, kokusunu, tarif etmesi için diretiyorum. Gülüyor, güldükçe ağzından tuzlu su dökülüyor. Ben de deniyorum gülmeyi, gülüyorum ama bir bok olmuyor. Ama gülüyorum, gülüyorum, güldükçe büyüyorum.

Bulantı

Hissedebildiğin kadardır yaşam. Ne hissedersen onu yaşarsın, bir de hissetmeden yaşadıklarımız var hissedemeden. Başkaları iyi hissetsin diye, güzel hissetsin diye. Neyse, iyi ya da kötü hissedenler şöyle dursun ya da siktir olup gitsinler, ne hissediyorlarsa hissetsinler umurumda değil. Hani umursamazlığım, kıskandığımdan filan değil, kendimi hislerle ilgili kısma ikna edemediğimden (kandıramadığımdan). Havası kirli bir şehirde, temiz hava almaya çalışmak gibi ya da birilerine havanın ne kadar da güzel olduğunu hissettirmeye çalışırken karbondioksit zehirlenmesinden ölmek gibi. Yani güzel şeyler oluyorda ben mi, hissedemiyorum? Ya da ne oluyorda siz bu kadar iyi hissediyorsunuz? Nasıl kandırıyorsunuz kendinizi? İçiniz bulanmıyor mu, hiç? Aynaya baktığınızda gördüğünüz iğrençliğe ne diyorsunuz? Onu güzel olduğuna nasıl ikna ediyorsunuz? Ne yapıyorsunuz, nasıl yaşıyorsunuz?

False and Truth

Last days, I fell like a formula of life who lives in a backyard
I don’t know why I feel this way, I don’t have any reason too
Sometimes I need to say lies to make someone happy
I think its easiest way to living happy, I know… just be quite m. f.
The lies its not good but who cares, just look around everybody lies
Everyone’s life have a big black hole cause of this fucking system
If you want to be happy you just a build new world like me
And just live in that fucking world calm and peaceful, thats all..
Don’t forget, with every lie you say, will be one step further from yourself

Aweking

I have a mystery anybody knows and the sun’s rays reflect on it slowly. When I was looking in my eyes on the mirror I can see someone so many different from me. Is it a gift or punishment I don’t have any answer to its such question. Just have an idea, i think there a beginning came from god. And yes I am so happy cause feel something about the god in the and…

Anlar ve anılar

Ölüme hastalanmış anılarda solmuş renkler saklı, ne mavisi mavi, ne yeşili yeşil, ne de elası ela. Düşünürken dağılmanın ve çoğalmanın kalabalığı çökmüş üstüme. Bir hece ve binbir gece armağan olsun, yarım kalmış tamamlanışlara…

Mesafeler

Arasındayım başlangıç ile sonun hangisine daha yakınım bilemiyorum. Bu kelimeyi çok seviyorum “bilmiyorum” iki dudağın arasından çıktığında herşeyi anlatıyor insana, bazen de hiçbir şeyi. Bilgiler, saptanmış kesinlikler sence de çok saçma değil mi? Kaderi yazandan başka kim bilebilir ki, kim anlayabilir. Falcılar mı? Gülüyorum.

Hadi mesafeleri konuşalım en uzağı ve en yakını, yakındayken uzak, uzaktayken yakın olanları, renkleri, kokuları ve şarkıları konuşalım uzun uzun konuşalım tüm uzaklar yakın olana kadar susmayalım. Şaka şaka konuşmayalım içimize atalım herşeyi kurusun içimiz kokuşsun içimiz.

Unutuyorum

Unutuyorum evet, dünyada var olduğum ya da var olduğumu düşündüğüm her anı unutuyorum. Bu unutma eylemi insani duygu ve düşüncelerle alakalı bir şey değil tamamen öze dönmeye yönelik bir durum, bir nevi tersi düze, düzü terse çevirmek, alt üst olmak. Uzaklardan kulağıma çalan bir söz var, aklımdan geçip parmaklarımı hareket ettiren. “Hayatının altüst olmasından korka, nereden biliyorsun, altının üstünden daha iyi olmadığını?” Evet, kim bilebilir? Öncesini-sonrasını kim? Bilen anlatsın kendi doğrusunun nasıl en doğru olduğunu “olabildiğini”. Konumuzun çok dışına çıktık ama şuan dünyanın en büyük tatminini yaşıyorum yazıyorum yazabilmek cennete açılan kapı.

Neyse ne diyorduk? Evet unutuyorum, bunun istemsiz bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum var olmak için unutmak, hafiflemek için unutmak, yok olmak için unutmak, unutmak bağırarak, çağırarak, ölerek, dirilerek unutmak. Sadece unutmak. Ne diyorduk? Unutuyorum, hatırlamak istediklerimi bile unutuyorum kendime dair benliğime dair ne varsa. Yaşanılan güzel anları, anıları, hisleri, çığlıklıkları, kahkahaları, dost sohbetleri, yaramazlıkları, kıskançlıkları unutuyorum. Yalın ve çıplak bir şekilde uçuyor içime sığdırmaya çalıştığım kişiler, ruhlar ve etkileri.

Çok unutuyorum, gözlerimi kapadığımda perdenin arkasında oynayan oyunlar yerini huzurlu boşluklara bırakıyor. Doyasıya kimsesizliği, sessizliği, sorunsuzluğu, mutsuzluğu, mutluluğu bu gezegene ait ne varsa unutuyorum. Unuttukça hafifliyorum kütlem. Unuttukça büyüyor ışığım, umudum ve özüm sarıyor, izleri, yaraları bir plastik cerrahi gibi gözüme takılan herşeyi düzeltiyor, belki yanlış bir örnek oldu ama unutuyorum.

Unutuyorum, özel olanları, güzel olanları, çirkin olanları ve önemlisi bir şey olduklarını sandıkları varlıklarını, ne güzelde unutuyorum. Hafif hafif dökülüyor ağırlıklarım, başıma bela olan anlatma yetim, anlatamama yetisi desem daha doğru olabilir. Kimseye derdimi anlatamıyorum bazen kendime bile çünkü unutuyorum, yaşamı deneyimlemek için gönderildiğim dünyada yaşamdan başka herşeyi denememe zorladığınız için ne anlatmam gerektiğini bile unutuyorum.

Neden mi? Unutuyorum…

Zamanın ayarları

Uzak bir dünya var yokluğun içine gömülü, yakınlaşma çabası çoğu şeyi alıyor insandan, koklamayı, dokunmayı, görmeyi ve duymayı bir tek hislerinle başbaşa kalıyorsun, sana seni sunuyor her şeyi bir kenara bırakıp seni sen olan şeylerden arındırıp ne kadar da çok ve bir o kadar da az olduğunu ispatlıyor. İşte tam da bunu yapıyor zaman kiminin iyiliği kötülüğe kiminin kötülüğü iyiliğe dönüşüyor, iyilik ve kötülük kavramının sıradanlığına karşı başka bir savı ortaya atıyor adeta zamanın ayaralarıyla oynar gibi.

Less or more?

In particular, I started thinking about learning to let go of habits that upset me or made me feel bad.

If you can be small, you will be big.

if you can eat less you will be healthy.

If you watch less, you can read more.

If you can talk less, you can listen more.

If you can focus, you can go out of your mind.